30 Nisan 2012 Pazartesi

YOK VARSAYMAK İSTEYECEĞİNİZ BİR HİKAYE..

Bin Muhteşem Güneş...


Yazar         : Khaled Hosseini, Afganistan
Orjinal adı : A Thousand Splendid Suns "Bin Muhteşem Güneş"....

"Pusulanın hep kuzeyi gösteren ibresi gibi, bir erkeğin suçlayan parmağıda daima bir kadını gösterir. Her zaman. Bunu hiç unutma Meryem...Seninle benim gibi kadınlara yalnızca bir, tek bir marifet gereklidir, oda zaten okulda öğretilmez. O da tahammül. Sabretmek. Katlanmak. Sahip olduğumuz tek şey bu yeteneğimizdir....Bir erkeğin kalbi fesat, habir bir şeydir Meryem. Bir ananın rahmine hiç benzemez. Kanamaz, sana yer açmak için genişlemez." Okula gitmek isteyen ve sürekli babasının yolunu gözleyen Meryem'e böyle diyordu annesi "Bin Muhteşem Güneş'te..." Adını İranlı şair Saib-i Tebrizi'nin Kabil için yazdığı aynı adlı şiirinden alan bu kitabı okuduğumda, ilk kez bir kitabı okuduğumda, ağladım...Çok iç acıtıyor, acındırmıyor ne kahramanlarına ne yerine koyup hayal ettiğiniz afgan kadınlarına, ama sizin içinizi derinden acıtıyor...
" Bu şehrin ne çatılarını ışıldatan ayları sayabilirsin,
ne de duvarlarının gerisine gizlenen bin muhteşem güneşi."  
Roman, biraz  17 yy. da söylenen bu beyit ile hiç ilgi kuramadığınız Kabil'de , biraz da Afganistan'da şairlerin kenti olarak bilinen Herat'ta geçiyor. Etkileniyorsunuz, dokunmak istiyorsunuz Leyla'nın kanayan dudaklarına, Meryem'in çatlayan derisine, Azize'nin çığlığına...Bilmek, bir şey yapamadıktan yapmadıktan sonra ne kadar anlamsız, can yakıcı dediğiniz zamanları çok yaşıyorsunuz...Bilmemenin, hiç duymamanın "mutlu aptallığına" bürünmek, dönmek istiyorsunuz...Kitabın; yazarın ilk kitabının da iki afgan erkek çocuk hakkında oluşundan, ülkesini terk ederek ABD'ye yerleşmek zorunda kalışından anılarından derlemeler olduğunu anlıyorsunuz, hem bundan hem zaten ülke hakkında bildiklerinizden;  diyemiyorsunuz ki "yalandır", diyemiyorsunuz ki "yoktur bu kadınlar", diyemiyorsunuz ki "geçmiştir, bir daha olmayacaktır..." Hem zaten duymayan kalmamıştır , dünya duymasa da komşu ülkelerden , medyada ordadır, oraya giden otobüs, uçak, trenler zaten doludur, yürüyüşler , gösteriler başlamıştır, yardım kuruluşları çoktan mülteci kamplarını boşaltmıştır diyemiyorsunuz...Bir daha Meryem gibi yaşamayacak kimse diyemiyorsunuz...Her sahnesi aklımda, izlemiş gibi, orda yanlarında bir hayaletmiş gibi , öyle iyi, öyle net betimlemeleri var yazarın..."Ne demişti, o gün kapıdan çıkarken, en son ne demişti". bazen böyle bir soruyu günlerce düşünebilir insan, bilinmesi hiç bir şeyi değiştirmese de düşünebilir. Bu durumu öyle güzel anlatıyor ki yazar Leyla ile birlikte düşünüyorsunuz, ne demiş olabilirdi Tarık o anda, ne ! hiç bir şey farketmese bile...Ömründe sadece iki kere imza atıyor Meryem. Öğreniyorsunuz ki şimdilerde Afganistan'da  kadınlar kocalarını iki kişinin tuttuğu bir örtünün altına tutulan aynadan bakarak seçiyor yada görüyor...Öğreniyorsunuz ki "insan" değiller onlar, sadece " kadınlar..."
1960'lardan başlayarak 2000' lere kadar Afganistan tarihini dönem dönem yaşatıyor size ; Rusya'nın işgalini , ABD'nin Ruslar'la başedebilmek için Taliban'ı nasıl desteklediğini, büyüttüğünü, Pakistan sınır kamplarında nasıl militan eğittiğini. Rusya'dan kurtulunca, mülteci kamplarında doğan ve Taliban eğitimlerinden başka eğitim almayan yeni Afgan gençliğinden nasıl Afganistan'ı kurtarmaya çalıştığını anlatıyor...İlk kitabında ABD'nin Afganistan'ı kurtardığı izlenimlerinden çok ça bahsetse de yazar, ikinci kitabı olan bu kitapta daha farklı açılardan, daha gerçekçi, daha detaylı bir tarih yazmış...Kabil'in ağaçsız, kuru, yarı asfalt yarı toprak yollarını, sıcağın hala çok olduğu güneşli ikindilerini, tahta bahçe kapılı evlerini, burkalı kadınlarını, soğuk, beyaz seramik kaplı hastane koridorlarını uzun süre unutamayabilirsiniz...Kesişen hayatlar, yaşamdan değerli dostluklar, yaşama tutunduran aşklar ve anneler!...İki kadın, iki çocuk, bir koca, iki baba, iki anne, bir sevgili, Taliban ve Afganistan...Yok varsaymak isteyeceğiniz bir hikaye...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder